Madrid Me Mata

Madrid... Denize kıyısı olmayan ya da içinden nehir geçmeyen tek Avrupa başkenti. Sırf bu yüzden sevebileceğimi düşünmüyordum ama fena yanıldım. Programımız sebebiyle sadece bir gün gezmemize rağmen tarihi dokusu, geniş sokakları ve kocaman parklarıyla Madrid'i pek sevdim.
Sol Meydanındaki ağaca tırmanan ayı heykeli şehrin sembollerinden biri

Ulaşımın çok rahat ve kolay olduğu bi şehir, metroyla her yere ulaşmak mümkün. Havaalanından şehir merkezine, Sol Meydanı ya da onların deyişiyle "Puerta Del Sol" yani "Güneşin Kapısı"na gittik.


 Restaurantların, barların olduğu hareketli bir meydan, İstanbul'un Taksim'i gibi.Sabah erken saatlerde orda olduğumuz için kahvaltı yapacak bir yerler arıyorduk. Sol meydanından çıktığınızda Parque Del Retiro'ya giden yol üstünde sol tarafta bi cafe bulduk. Çok aç olduğumdan mıdır nedir 3,5 euroya hayatımda yediğim en güzel domates sosunu yedim, kahvesini içtim. Yolunuz düşerse uğrayın derim.





Parque Del Retiro, Madrid'in orta yerinde kocaman bir park. O kadar güzel ve huzurlu ki İstanbul'da neden böyle bi yer yok diye düşünmeden edemiyorsun. Havuzda deniz bisikletleriyle tur atanlar, koşuya çıkanlar ve gösteri yapanlarla dolu.



Retiro'yu gezdikten sonra Royal Palace of Madrid'e gittik. Diğer bi deyişle Madrid Sarayı... Sarayın giriş kapısında kocaman bir kuyruk bizi karşıladı, giriş beklediğimizden daha kalabalıktı ve sarayın kapanmasına 1 buçuk saat kalmıştı. Şanssızlığımızı seveyim. Hal böyle olunca girmekten vazgeçip saraya dışardan bakmakla yetinip yanındaki kiliseye gittik. 6 aylık Erasmus maceramda o kadar çok kilise gezdim ki, bir Hristiyan bile bu kadar kilise ziyareti yapmamıştır.


Güzel bi manzaraya sahip, içinde bahçeler olan kocaman bir saray burası. Artık bir müze ve sadece kraliyet ailesi seramonileri için kullanıyor. Belki bi dahaki sefere içini gezebilirim de öyle yazarım.






Royal Palace'ın karşısındaki kilisenin çatısındaki ilginç heykellerden biri
Plaza Del Espana'daki Don Kişot ve Sanço heykelleri.
  Hediyelik eşyalar biraz pahalıydı. (Gerçi Paris'le kıyaslandığında her yer ucuz ama) Sol Meydanı'ndaki hediyelik eşyacılardan değil de ara sokaklardakileri keşfetmeye çalışın derim. Hem daha ucuz hem de daha çeşitli şeyler bulabilirsiniz. Mesela yandaki tişörtü (ki biraz büyük geldiği için yakasından kestim) yol üstünde bi dükkanda bulmuştuk, 5 euro diye hatırlıyorum. Hatta 1 euroya long shot bardaklar vardı, ağırlık yapmasın diye dönüşte alırım demiştim. Dönüşte dükkan kapandığı için alamamıştım. O yüzden bulduğunuzu alın.
Bi ara gezmekten yorulunca banklara yatıp "These boots are made for walking" isimli şarkımı yazdım.
Madrid daha fazla vakit ayırmayı hakeden bir şehirdi, tur planımızdaki en büyük eksiklik Madrid'i hakettiği gibi gezememek. Her şehre "yeniden görüşmek üzere" diye veda ettik ama bu en çok Madrid için geçerli. 

Ve son olarak en sevdiğim İspanyolca şarkılardan biriyle bitirelim madem..  


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.