Dairy Of A Day Dreamer

Bazen aynaya daha dikkatli baktığın günler olur çünkü merak ettiğin sadece nasıl göründüğün değildir. Geriye dönüp geldiğin yollara, nerde olduğuna ve nereye gitmek istediğine bakarsın. Bu his çoğu zaman sağlam bi düşüşün ardından yara bereyle gelir. Düşünür durursun ihtimalleri, yaşadıklarını, kararlarını sorgularsın da sorgularsın. İşte ben ne zaman böyle hissetsem az konuşur, çok duyarım. Yine öyle vakitlerden birinde, günlerimi yeterince sıkıcı ve aynı geçiriyorum. Şöyle ki;

Cansu'ya tavlada bol bol yeniliyorum, hem de öyle böyle yenilmek değil. Gerçi karşımda her tarafından bal akan bi insan olunca arada hile yapmama rağmen yine yeniliyorum. (Düşün yani 5-2 atıp 5-3 kapısını alan biriyim) Erkek tavlasını eski sevgilimden öğrendim, adam düzgün öğretemedi hilekarlığım ordan alışkanlık. Hıı bir de Zeki Müren kapısı sorunsalı yaşıyorum. Kapıyı alsam bi dert açsam daha büyük bi dert. Özetle sayarak oynamama, pulum kırıldığında ya da okullar tatil olduğuna sövmelerime katlanan bi arkadaşım varken, hayat güzel. 

 Malum Christmas dönemindeyiz. (O kadar Amerikanlaştık ki bunu yadırgamadan söylüyorum.) Bir kahve delisi için Starbucks'ın en minnoş yanlarından biri işte bu, Toffee Nut Latte'si. Bol kalorisine rağmen grande grande içebilirim kendisinden, aramızda kalsın abartmayı hiç sevmem.
 Dizüstü Edebiyat Dizisinden Pucca'nın ilk kitabı Küçük Aptalın Büyük Dünyası... Aslında çok önyargılı baktığım bişeydi o kitaplar. Herkeste gördüğü şeylerden anında soğuyan (Öyle ki nerdeyse canım ciğerim hatunum Audrey'den bile) biri olarak, eski sevgiliye laf sokma zırvalıkları olduğunu düşünüyordum ki evet öyleymiş. Ama bu komik ve doğru tespitler olduğu gerçeğini değiştirmiyor ve her ne kadar büyüyünce SATC kadını olacağım desem de genetik kodlamama daha fazla karşı koyamadım, sonuçta telefonunu mandalina dilimiyle kullanan bi Türk kızıyım. Metrobüste, serviste, derste (Allah belanı versin Yerel Basın Yayın) kendimi sıfıra çeke çeke okudum. Yeri geldi haykırarak güldüm, yeri geldi sallıyor ya baksana dedim. Yine de bana eğlenceli geldi kitap, çerezlik gülünmelik falan filan. Napsam diye düşünmektense alın 2-3 saatte okursunuz.
 İstanbul'da en sevdiğim şey Emirgan'da kahvaltı ve sonrasında İstinye'ye yürümek. Cansu'yla tanıştığımızdan beri yani 4 yıldır, iki haftada bir oraya kahvaltıya gideriz. Dertleşiriz, dedikodumuzu yaparız, döneriz. Portekiz'den geldiğimde bile ertesi gün koşa koşa oraya gittik. Öyle özlediğim bişeydi. Sonrasında ise İstinye'ye ineriz, iskeledeki çay bahçesine otururuz. Sıla'nın da dediği gibi "İyi gelmez mi hiç deniz havası"
 Kendi çapımda bir "hastane dizisi manyağı" olduğum için, E.R, Scrubs, House M.D, Private Practice, Doktorlar (Evet ne var, deli gibi izledim inkar etmiyorum) hepsini izledim. Yakında uzmanlığımı alacağım, o derece. Grey's Anatomy'i ise biraz geriden takip ediyordum. House ve ikisini bi arada izlemek zor oluyordu. House malesef ki bitince Grey's Anatomy'e geri döndüm. Bu arada Meredith Grey'e bayıldığımı söylememe gerek yok herhalde. Carrie Bradshaw doktor olsaydı ve modadan anlamasaydı Meredith Grey olurdu bence, o denli benzetiyorum ikisini. 
Boş zamanlarımda şu sahneyi izleyip, McDreamy'e küfürler savururum. Canım Meredith bu konuşmaya rağmen terk edilmişti. İşte biz terkedilmeyi, içli içli "choose me" demeyi, hatalarına da sahip çıkmayı Dr. Grey'den öğrendik.
 Ve son olarak yıllardır sabırla izlediğim, hiç bir bölümünü atlamadığım yine de aralarındaki swinger'a yetişemediğim Gossip Girl. Allahım kavuşunca halay çekeceğim iki çiftten biri Blair ve Chuck. (Diğeri Robin ve Barney) Malumunuz GG bu sezon bitiyor, hatta son 3 bölüm :/ Lisedeydim dizi başladığında, üniversiteyi bitiriyorum hala bıkmadım. Bi 6 sezon daha izlerim, o derece Manhattan elitlerinin manyağıyım. Blair-Chuck aşkına gelirsek, hani hep dediğim "can not live without each other and consuming dark love" var ya işte bu o. Blair bi otel karşılığı mı satılmadı, Fransız sürtüklere mi tercih edilmedi, Monaco'ya prenses oldu yine de vazgeçmedi aşkından. Chuck Bass denen gerçeği de göz ardı edemeyiz, şimdi dürüst olalım hanımlar krem takımının içine giydiği mor gömlekle Central Park'ta köpeğini gezdiren, kulaklarından özgüven akan bu adamdan hangimiz vazgeçeriz?

Bir haftam işte böyle geçti benim, aşırı kafein ve paralel evreninde yaşadığım bir sürü diziyle. Son olarak Descartes'ın ünlü "Düşünüyorum öyleyse varım" sözüne katılmıyorum ve kendi aforizmamı sunuyorum;
"Düşünüyorum, düşünüyorum sonra kalkıp çay koyuyorum"

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.