Where Were We?

12 günlük Ankara gezmelerimi bir post'a sığdıramadım tabii. Gerçi bu 12 gün içerisinde sadece 2 gün evde oturdum, şansıma Ankara da pek bi güneşliydi ya.  Neyse..
Ankara gibi suya hasret bi şehre en büyük iyilik herhalde, Göksu Park.
Kuşlar ve ördeklerle dolu yapay bir göl burası, pek sevdim. Etrafında da cafeler restaurantlar var.

Find A Place To Get Lost

Olduramıyorsan eğer, gitmek gerekli daha fazla yormadan, bıktırmadan. Eskiden savaşmaya, nefesin bitene kadar koşmaya inanırdım, adımın anlamı ruhuma işlemiş ya. Şimdiyse büyümenin verdiği kırgınlıktan mı hevesimin kaçmasından mıdır nedir daha az umursar oldum. Savaşmaya değecek şeyler bu kadar az iken bavulunu toplayıp yeni hikayelere hazırlanmak için gitmek çok güzel bir özgürlük değil mi?
Hal böyle olunca dedim ki diğer semalarda güneş nasıl doğup batıyormuş bir de ordan bakayım. Kaçış rotama biz İstanbulluların her daim hor gördüğü, Beyatlı'nın en güzel yanı "Ankara Garı'ndan trenle İstanbul'a dönüşü" dediği başkentten başladım. Denizi olmayan suya hasret bu memur şehrini nemsiz kuru soğuk havasıyla kabul edip gezdim de gezdim.
Anıtkabir'den Ankara

Yatıp kalkıp dua ediyorum, bi yapımcı beni keşfetse de gezi programı sundursa diye. Adı bile belli "Cahide İle Minnoş Gezmeler" efsane olurdum ya neyse.
Ankara izlenimlerime geçeyim artık. Kuzenim burda Hacettepe'de okuyor, ben de onu ziyarete geldim. Sağolsun durmaksızın gezdirdi beni. Daha önce iki defa gelmiştim Ankara'ya vize işlemlerim için. O zaman en çok Bahçeli 7. Cadde'yi sevmiştim. Gelince yine gitmek istedim. Mağazaların, cafelerin, barların olduğu ve daha çok üniversitelilerin takıldığı bir yer.
7. Cadde'deki favori mekanım Havelka. Daha önceki gelişimde de burda oturmuştuk Ekin'le. Müzikleri ve çalışanların samimiyeti gayet rahat hissettiriyor. İlk olarak Bailey's içip bff'imi andıktan sonra bomontiye geçtim. Bu arada fıçı bomontiyi sulu bomonti yapmadıkları için ayrı bir takdir ettim.

With Me Always

Tohumum güneyde mi atıldı nedir, kuzeyli olmama rağmen hep kendimi güneyli hissetmişimdir. Bi sıcaklık efeniime söyleyeyim bi kendini bulma durumu var. Üstüne bir de Portekiz'e gidince, İberya yarımadasına, insanlarına, kültürlerine aşık olmadan orası benim ikinci vatanım demeden dönmedim tabii. 

Kitap okurken, boş boş internette gezerken fonda hep müzik açık olur ya işte ben o şarkıları hep İspanyolca'dan seçiyorum. Bir dil herşeyi nasıl bu kadar içinde barındırır, hüzün, tutku, aşk, acı farketmeden her duyguyu nasıl böyle güzel kendine yakıştırır bilemiyorum. Bir dilin fonetiğine aşık olmak bu herhalde.


The Carrie Diaries


The Carrie Diaries...
Kuulluğun kitabını yazıp duvara asmış, ağzından çıkan her kelimeyi kullanılacak replikler listeme eklediğim, tutkusuna bayıldığım, şapşallıklarına güldüğüm hayali bff'im Carrie Bradshaw'un 1984 yılındaki teenager halini anlatan bir Sex And The City prequel'i başladı.

Ocak 2013 gelse de izlesek diye heyecanla bekliyordum, maalesef finaller yüzünden epey bi geç buluştuk genç Carrie'yle. Dizi için beklentimi yüksek tutmuyordum zaten. Canımız ciğerimiz de olsa Carrie, bi ergenlik nasıl süper olabilirdi ki hem de 80'lerde... Üstelik onu Carrie yapan hataları yaşamamış, yanlış adamlarla tanışmamış, Mr. Big uğruna heder olmamış, New York'larda tüm parasını Manolo Blahnik'lere Roberto Cavalli'lere, Channel'lere yatırmamıştı. Ne yazık ki o yıllarda Carrie henüz Samanta Jones, Miranda Hobbes ve Charlotte York'la da tanışmamıştı, onlar dizide yok.